Hayallerimiz vardı eskiden, mâvi, yeşil, gri; kırmızı-beyaz daha çok.. Yarınlar için düşünür, yarınlar için yaşar ve yarınların üzerine kurardık hayallerimizi. Kimseye söz söyletmezdik, söz konusu bizim geleceğimiz olduğu zaman; kendi geleceğimiz.. Geçmişten gelen kahramanlık duygularıyla şahlanırdı yüreklerimiz, kalbimizde merhamet her zaman vardı etrafımızdakiler için. Anılar bizden sonrakilere anlatabileceğimiz efsânelerimiz, umutlar, muhabbetimizin duvar taşları olurdu.
Dostluk kitabında yer alan her kural, gelenekçi anayasamızın değiştirilmesi teklif dahî edilemeyen maddelerindendi. Kendi kendimizin hâkimiydik evvelâ; avukata ihtiyaç duymazdık vicdân muhâsebelerimizde. Sanığı, tanığı ve dâvâcısı “biz” olan mahkemenin en âdil kararlarını verirdik tez zamanda, büyük bir yüreklilikle. Önce karşı tarafı dinlerdik, sonra kendi adımıza düşünmeye çalışırdık. Önce mahkûm ederdik kendimizi, sonra, af dilerdik karşı taraftan. Eylem denen kavram yoktu literatürümüzde. En güzel gösterileri düğünlerde cirit oynarken yapardık. Aykırılığımız, Hakk'ın karşısında olanlar içindi her dâim. Mertliğin ilk şartı aman dileyen hasıma el kaldırmamaktan geçerdi. Ata sporumuz güreşte galibiyet, kahramanlığın ölçüsüydü; yenilgi, bir sonraki müsâbakada alınacak gâlibiyetin başlangıcı olarak görülürdü er meydanlarında! Bu âidiyet duygusuyla yapılırdı bütün yarışlar. Ve kaybeden için kazananla dostluk, bu yenilgiyle başlardı; aslâ bitmemek üzere…
Yas tutardık komşu köylerdeki ölümlere. Her köyün bir de kardeş köyü vardı, bütün düşmanlıklara inat! Sevgi, yüreklerin gözesinden alırdı besin kaynağını, hormonsuzdu sadakat o yıllarda. Toprak en sâdık dostumuz, su hayâtımızın anlamı, hürmet, yaşam felsefemizin baş tâcıydı. Sevgi muhabbetimizin katığı, saygı küçüklere bile gösterilmesi gereken olguydu. Sıcacık köşe başlarını dostlarımıza ayırırdık ve onlar için dayar-döşerdik sohbet odalarımızı, kış günlerinde. Kimlerin konuşacağı ve kimlerin dinleyici olacağı belliydi bu meclislerde. Delikanlı sayılmanın şartları vardı; bıyıkları terlemiş olanlar bu sıfatın adayıydılar aynı zamanda. Oyunlar oynanırdı gündüzleri ve “Ay Gördümler” uzun kış gecelerinde… Ne mızıkçılık yapan olurdu bu oyunlarda, ne de yapılan faullere alkış tutan taraftar kitleleri. Hakemler oyuncular arasından seçilirdi. Pozisyonları kaydedip tartışacak teknoloji ürünleri de yoktu o dönemlerde, tartışılacak pozisyon da... Her şey orada kalırdı, ama dostluk ve sadâkat duygusu herkeste vardı ve hayat bulurdu her yerde. Bir hayatı bu duygularla biçimlendirmek amaçtı, yanık yürekli yağız delikanlılar için. Ve yaşmaklı gelinlerimiz… Ak ellerde solmazdı hiçbir mevsim, kınalar. Üzerlerinde tezek kokusu, gönüllerinde sevdâ dâimdi. Vefâ, onların baba evinden ayrılırken aldıkları tek mîrâstı.
Hayallerimiz vardı eskiden, mâvi, yeşil, gri; kırmızı-beyaz daha çok.. Ne siyâha küserdik, ne de severdik yeşili daha çok, kışlara inat… Her şey bir bütündü bizim hayatımızda. Neşe, hüzünle kardeşti. Gönül coğrafyamız bütün renklerle barışıktı; bütün ayrılıklar bir vuslatın habercisiydi bizim için. Gurbetsiz sılanın bir anlamı olmayacağını bilir, hakîkâtte “aynı yolun yolcusu” olduğumuzun bilinciyle üzmezdik; severdik birbirimizi.
Köksal AKAR